Pastel renklerin, çok güzel çekim açılarının (bence), kitap okuyormuş gibi hissetmenizi sağlayan hikayesiyle Oscar’a kenardan göz kırpan The Grand Budapest Hotel, alışageldiğimiz aksiyon dolu karmaşık olay örgüsüne sahip filmlerinden ayrılan, hatta biraz sıkıcı bir hikayenin çok güzel bir sunumu. En iyi film ödülünü alması çok düşük olsa da, kostümleri ve renk paletiyle yılın farklı filmlerinden birisi.
Film, genç yazarımızın “Yazar Humması” ‘ndan kurtulmak amacıyla Büyük Budapeşte Oteli’ne gitmesiyle başlıyor. Yazarın orada filmin ana karakterlerinden,otelin sahibi Moustafa (F. Murray Abraham) ile tanışmasıyla da hikayesine başlıyor.
Stefan Zweig’in hikayelerinden esinlenerek yazılan hikaye bölüm bölüm anlatıldığı için, az önce de dediğim gibi kitap okuyormuşuz hissini çok güzel bir şekilde veriyor. Flashback sahnelerinde, günümüzde geçen sahnelerden farklı bir en boy oranı kullanarak, görüntülerin eskide çekilmiş olduğunu izlenimini veriyor. Hatta bu sahnelerde, analog filmin renklerinin tadını alabiliyoruz.
Moustafa’nın gençliğini (isminin Zero olduğunu öğrendiğimiz) gördüğümüz ilk bölümde, filmin diğer ana kahramanıyla tanışıyoruz; Otelin müşterilerinin gelmesinin asıl sebebi olan Gustave (Ralph Fiennes). Hep sevdiğim o güzel sesiyle Fiennes rolün hakkını veriyor, aynı şekilde Zero’yu oynayan Tony Revolori’de role gerçekten oturuyor. Zaten filmi izlediğinizde oyuncu seçiminin ne kadar güzel olduğunu göreceksiniz.
The Grand Budapest Hotel, iki ana kahramanımızın dışındaki karakterlerin hikayelerinin altını çok fazla doldurmaya çalışmıyor; bu filmi kısa bir masalmış gibi olmasını sağlayarak yapılmak istenen şeyi destekliyor. Bu kararın, senaryoyu zayıflatan bir olay olarak görmediğimden filmi çok beğendiğimi söyleyebilirim. Zaten filmlerin nasıl olması gerektiği hakkında olan fikirlerimizi bir kenara bırakıp izlediğimizde, aslında filmin her açıdan başarılı olduğunu ve bunu alışageldiğimiz açıdan yapmadığını farkediyoruz.
Filmdeki kamera açıları ve dekor, kostüm üzerinde diyeceğim çok da bir şey yok. Gerçekten çok beğendim. Açılardan hoşlanmayan, yanlış ve beceriksiz görenler var ama bana göre özellikle planlanmış sahneler The Grand Budapest Hotel’in en başarılı olduğu konulardan birisi. Zero’nun Mendl’in evinden kaçtığı an, sanki bir iki boyutlu oyun oynuyormuşuz gibi hissettiğimden dolayıa kötü yorumları anlayabilmiş değilim açıkçası.
Pastel tonların sizi sanki rüyanın içine çektiği, karışık olmayan hikayesiyle kendisinden kopamadığınız çok güzel bir film The Grand Budapest Hotel. Wes Anderson’ın tarzı, çok iyi bir kadroyla buluşunca neler oluyormuş onu gördük. Şimdi gidin ve izleyin (Oscar’ı kazanırsa öbür gün arkadaşlarınıza hava atarsınız :))
1 Comment
Bir türlü izlemek nasip olmadı bu filmi. Tam bilgisayar başına oturdum izleyecem, sonra bir aksilik çıkıyor ve erteliyorum. Umarım bende en kısa zamanda izler ve köşemde bir kaç şey yazarım 🙂